E gündem çok sıkışık, nereden çıktı şimdi bunlar? Acele ettikçe murat ettiğinin aksine geciken, hep sıkışık olan gündemler içinde temel nirengi noktalarını yakalamayı daima ıskalayan ve erteleyen anlayışların bilindik mazeretleri… Sonsuz basın açıklamaları serisine yenilerini ekleyerek, çuvallar dolusu yazıya “daha parlak” birkaç sayfa daha katarak mı yakalayacağız “gündemi”? Neden olmamız gereken yerlerde değiliz ve “oralara” uğramıyor mu “gündem”?
Politika sahasında bulunabilmek ve politika yapmak güç meselesidir; ve fakat, bu işe soyunan politik öznenin bir dayanak noktası yaratmasını da içerecek tarzda/kapsamda politikalar üretmeden de güç olunamaz. Bu tavuk-yumurta denklemi çetrefilli bir sorundur. Çok güzel fikirlerimiz, verimli tartışmalarımız olabilir, fakat meselenin çözüm yoluna girmesi yalnızca ve yalnızca pratikte atılacak adımlara bağlıdır. Ki yapılan tartışmalar da ancak bu koşula bağlı olarak “hayırlara vesile” olabilir.
Tüm devrim mücadelelerinin kaşılaştıkları ilk temel problematik, küçük güçlerin nasıl büyütüleceğidir. Çin Komünist Partisi’nin nehirde bir teknede kurulduğu, Castro ve grubunun Küba’ya ayak basar basmaz tuzağa düştüğü ve daha ilk adımda 12 kişi kaldıkları biliniyor, Bolşevik Parti de yola milyonlarla çıkmadı. Sadece başlangıç evrelerinde değil, devrim sürecinin gelişiminde ağır yenilgiler, geri çekilmeler yaşandığı, yeniden yeni başlangıçlar yapıldığı sır değildir.
Soru(n) aynı: Küçük güçler nasıl büyütülecek?
Kavranacak halka
Lenin’in yanıtı “kavranacak halka” esprisinde düğümleniyor. (Bolşevik Parti tecrübesinin çeşitli evrelerinde bu esprinin nasıl tecelli ettiği ya da daha geniş bağlamda kapitalist toplum gerçekliğinin, komünistlerin önüne neden kavranacak halka meselesini çıkardığını tartışmanın yeri burası değil, değinip geçelim.) Komünistler, devrimciler, kaotik bir kördöğüşü görünümüne bürünen sınıf mücadelelerinde, “bilinçsiz sürecin bilinçli ifadesi” olarak mevzilenirler. Yani karşıdan bakana “kördöğüşünü” andıran kaotik akışın nedenlerini, dinamiklerini, güçlü ve zayıf yönlerini vb. kavrayarak, sürece nereden, nasıl müdahale edeceklerine dair iyi kötü fikir sahibi olarak, organize, kararlı ve sebatkar bir (politik devrimci) özne olarak mücadeleye atılırlar. Aslında bir kama gibi girdikleri çatlak, kapitalist toplumun çok boyutlu egemenlik aygıt/imkanları ile ezilen sömürülen kitlelerin nesnel çıkarları/özlemleri arasındaki (kapatılamaz) çelişkidir: küçük güçlerin neden etkili olabildiklerinin yanıtı da bu çelişkide saklıdır. O halde demek ki bilinç, irade, kararlılık, tecrübe gibi vasıflarla donanmış küçük organize/örgütlü güçler ayaklarını doğru zemine basarak çatlağı büyütür, işçi ve emekçilerin kapitalist sömürü düzeniyle nesnel çelişkilerini, bilinçli, irade sahibi fiili güce dönüşen bir devrim hareketine doğru ilerletir; tüm devrim tecrübelerinin gösterdiği budur.
Kavranacak halka meselesi bu parametreler bağlamında anlaşılabilir. Nesnel bir çelişki ve imkanı realize etmeye yönelen devrimci özneler dört bir yana yumruk sallayarak etkili olamaz, en fazlasından kendilerini yorar, tüketirler. Yani bilinçsiz sürecin bilinçsiz sürüklenicilerine dönüşürler.
Her yerde olmak mı, doğru yerde olmak mı?
Hayatta karşılığı var mı yukarıda anlatılanların? Bakalım.
Farklı dinamiklere dayansalar da bütün başarılı devrimlerde belli, somut, elle tutulur bazı dayanak noktaları vardır. Petersburg’daki Viborg semti ve Putilov işletmeleri salt ayaklanma anında değil tüm devrim sürecinde çok önemli roller oynadı. Castro’nun örgütünün diğer alanlara açılması ve kentlerdeki etkilerini toparlayabilmesinin ilk koşulu Sierra Maestra’da tutunabilmesiydi. Mao, Uzun Yürüyüş’ün öngününde, “herkes olduğu yerde kalsın, mücadeleye devam etsin” gibi bir tutumu benimseseydi, en fazlasından “herkesin olduğu yerde ezilmesini” izlemek zorunda kalırdı. Keza Botan bölgesi de Kürt özgürlük hareketinin tutunup gelişmesinde benzer bir rol oynadı. Demek ki bilinç, irade ve organize olma kabiliyeti, genel ve soyut olarak kapitalizmin çelişkilerini çözümlemenin ötesinde; somut ve spesifik olarak bu çelişkilerin deşilip patlatılacağı belli alanları saptama ve daha da önemlisi sınırlı güçleri sağa sola dağıtmadan -her yerde ya da başka yerlerde olmama pahasına- koparılıp alınacak sahalarda yoğunlaştırma aklı ve iradesini gerektirir. Bu “anahtar”, etkili bir devrimci sürecin kilidini açacak en önemli hamlelerden biridir. Sonrasındaki gelişim seyri hemen her yerde izlenebilir; tutunduğunuz ve başarılı olduğunuz mevzi, cesaret ve kazanma azmini dalga dalga başkaca alanlara yayacak (nesnel/potansiyel çelişkinin fiili çelişkiye dönüşmeye başlaması) ve tutunduğunuz alanda kazandığınız tecrübe, pişen kadrolar; umut ve cesaret kazanan olmadığınız alanlardaki imkanları realize etmeye gidebilecektir. Birbirine eklenen başarıların yavaş yavaş ezilenler katından hesaba katılır bir politik varlığı belirginleştirmeye başlaması da imkan dahiline girecektir. Tam da Lenin’in dediği gibi; “Kavranacak halka, kendisine bağlı diğer sorunları da çözüm yoluna koymanın anahtarıdır”. Lenin’in sıkça alıntı yaptığı savaş kuramcısı Clausewitz de aynı şeyi söylüyor: Savaşların ve orduların da ağırlık merkezleri olur; ağırlık merkezlerinde gerekli güç yoğunlaşmasını (başkaca alanlarda eksik kalma pahasına) sağlayamayan ve doğru yerde doğru hamleyi yapamayan ordular yenilir ya da tersi.
Güçleriniz saç baş yolduracak kadar yetersizse, her yerde olamayacağınız gibi her gündeme de yumruk sallayamazsınız. Sallarsanız unufak olur, dağılır gidersiniz. Lenin’in “haksızlığın, sömürünün her görünümünü suçüstü yapın, teşhir ve ajitasyonun konusu yapın” önermesi, egemen siyasetin her gündeminin peşinden koşun demek değildir. İkincisi de Lenin’in önermesinin hakkının layıkıyla verilebilmesi, politik öznelerin dişini tırnağını bir yere geçirebilmesine, yukarıda tariflenen türden bir dayanak noktası yaratmaya bağlıdır. Bir genel doğrunun dümdüz ve ezbere davranış çizgisine dönüştürülmesi dünyada ve Türkiye’de pek çok akımın verimsiz bir koşuşturmaca içinde boğulmasıyla sonuçlanmıştır. Politika, örgüt, teori, sanat, edebiyat, bilim, hangi kategoriyi ele alırsanız alın, hepsinin çekirdeğinde isabetli seçimler vardır. Hiçbir parti ya da birey her şeyi bilemez, her şeyi yapamaz, kimse tanrısal bir kudretle donatılmamıştır, dünya tanrısal kudret için bile fazlasıyla büyük ve karmaşıktır. Ve fakat ilgili kategorinin sahasında yapılan isabetli seçimler, hakkı verilen işlemler, işlemi yapan öznelerin hayatın bütününe anlamlı şekilde etki etmelerini sağlayacak köprü başlarını tutabilmelerini sağlar; hep böyle oldu, bundan sonra da farklı olacağına dair bir işaret yok. Somut konuşalım; her yerde olmak ve her şeyi yapmaya çalışmak devrimin diyalektiğinden hiçbir şey anlamayan idealist bir saçmalıktır. Unufak olarak her yerde olmak, her yerde durmadan “dayak yemek” değil, isabetli ve can alıcı gündemlerde -ki kendilerini belli ederler- gerekli güç yoğunlaşmasını sağlayarak “dayak atmak”; kitlelere vereceği güven ve cesaretin ötesinde, kazanmanın tadına varan kadronun da enerji ve yaratıcılığını inanılmaz derecede artıracaktır.
Boğayı boynuzundan yakalamak
Sadede gelelim.
Sosyalist sol bugünkü örgütsel, politik alışkanlıkları ve davranış çizgisiyle etkili olamıyor. Ve fakat ilgili yapılar belirli köprü başları tutacak tarzda güç yoğunlaşması ve mevzilenmesine yönelerek, yanısıra politika yapma tarzlarında köklü bir değişikliğe giderek umulmadık oranda etkili olabilirler. Gerekli güç yoğunlaşmasını sağlayarak, ki her yerde olmaktan vazgeçmek demektir bu, tek bir örgüt bile başarabilir bunu, fakat neden kavilleşerek beraber yapmasın örgütlerimiz bunu? Koşulların sarsıcılığı -ki sarsıcılık imkan demektir aynı zamanda- bizi bugün kendimize getirmeyecekse ne zaman getirecek? Ve Marksizm’in temel bir aksiyomunu bugün rehber edinmeyeceksek ne zaman edineceğiz: “Komünistlerin işçi sınıfından ayrı çıkarları yoktur, farklılıkları vardır.” (Manifesto’dan mealen aktarıyorum.) Komünistlerin “farkı”, onları işçi sınıfından ayıran bir dezavantaj değil, salt günübirlik çıkarlarının ötesine geçerek işçi sınıfının kurtuluşu ufkuna yelken açan, harekete politik özne vasfı kazandıran bir avantajdır. Ve bu “fark”, tüm yazı boyunca anlatmaya çalıştığımız (ya da başka biçimlere bürünebilecek) bir hesap-kitap, ufuk ve planlamada ifadesini bulur, olayların kuyruğunda sürüklenmede değil. Kaypakkaya, Marks’ın dediğini daha da keskin biçimde söylüyor: “Parti ile halkın çıkarları karşı karşıya geldiğinde biz tereddütsüz olarak halkın çıkarlarını esas alırız.” (Mealen aktarıyorum.) Kelimenin geniş anlamıyla ne demektir halkın çıkarları? Program demektir; anlayışımıza göre demokratik ya da sosyalist devrim programı. Sosyalistler bilinçsiz sürecin bilinçli ifadesi olarak bütünlüklü programlar ortaya koyabilirler, fakat bu türden bir program ile verili durumun spesifik düğüm noktalarını yakalayan bir taktik program -aralarında dolayımlı bir ilişki vardır kuşkusuz- aynı şey değildir, olamaz. Genel programı verili spesifik duruma ikame etmek genel doğruculuğa hapsolmak, gözü bağlı bir boksör gibi “havayı dövmektir”; somut durumun somut tahlilinden çıkan taktik program ise boğayı boynuzundan yakalamak, Lenin’in deyişiyle kavranacak halkayı bulup yüklenmektir. (Uzun vadede bu halkaları kavraya kavraya devrime ve genel programın hedeflerinin gerçekleştirilmesine ilerlenilir.)
Alışıldık denklemi tersine çevirmek
Artık somutlayabiliriz.
Doğru halkayı kavramak, etkili bir politik özne olmanın yolunu açacak manivelayı bulmak, köprü baş(lar)ını tutabilmek için; Ali’nin (Direniş Fraksiyonu‘nda) önerdiği taktik/dönemsel programı esas alalım. Ayşe Düzkan’ın öncülükle ilgili endişelerini yok saymayalım ya da anlaşamasak bile bunu ortak yürüyüşün engeline dönüştürmeyelim. Ender arkadaşın öncülükle ilgili geniş açılımını kulaklarımıza küpe edelim. Ve Selim Hocanın özellikle son yazısında altını çizdiği (Şu malum mesele: Öncülük) karikatür öncülük eleştirisini her adımda gözetelim. (Muhakkak tartışmaya katılan tüm arkadaşların çorbadaki tuzuna atıfta bulunulabilir, bu kadarıyla yetiniyorum.)
Ne sağlar bunlar bize?
Dönemi kavrayan isabetli hedefler manzumesi etrafında birleşik hareketimizi koordine etme imkânı. “Kendi içimize bakıp durmaktan” kurtulma, gözümüzü, eylemimizi, örgütümüzü acı çeken, özleyen, kahreden, çaresizlikten kendini tüketen işçiler ve ezilenlerin dertlerine odaklama, onlarla hemhal olma yönelimi. Ve birleşik davranışımızın hangi anlayış, prensip ve esaslar üzerinde şekilleneceği, yani yoldaşlık hukukumuzun çerçevesinin berrak kavrayışını.
Geriye kalan nasıl yapacağımızdır. Farklı, zengin öneriler gelebilir elbette, benim önerim yukarıdaki anlayışta ve meclislerde ifadesini buluyor. İyi tespit edilmiş bir veya birkaç işçi havzasına, emekçi semte, okula, esaslı ve birleşik bir güç yığınağıyla alandaki emekçilerle hemhal olma imkanını sağlayan temas noktaları yakalamak ve belirli bir olgunlaşma anından itibaren yerel meclisleri inşa etmek. Meclisleri ve taleplerini öne çıkaran, bu iki ekseni hem emekçilerin birleşme zemini hem de o zeminde birleşen kim varsa hepsinin ortaklık hukukunu düzenleyen bir eksene dönüştüren davranış çizgisi neden başarılamasın? Öncülük denilen şeyi bayrak sallama, rekabet, gösteriş ve grupçulukla değil, halkın çıkarlarını esas alma ve halkın öz örgütlülüklerini kuşatan devrimci akıl ve ruhta, emekçilerde üretilen rıza ve güvende cisimleştiren bir tarz neden mümkün olmasın? Alışıldık denklemi tersine çevirmenin zamanı geldi de geçiyor: Örgütlerimizi büyütmenin ön koşulu işçi, emekçi, ezilenler hareketini büyütmektir; tersi değil. Bir de şu tabii: Gösterişçilik zorlama bir erken doğum halinin süreklileşmesidir, emekçilere yabancılaşmanın ötesinde her adımda örgütlerimizin ezdirilmesiyle sonuçlanır. Öyle ya, “burdayız, meydan okuyoruz” böbürlenmesi, örgüt namına ne varsa ezmek için aporttta bekleyen güçler için bir erken uyarı sinyali değilse nedir? Gözünün önünde yapılanlara rağmen faşizmin kırmızı görmüş boğa gibi saldırmasını gayri meşru hale düşüren, emekçilerin rahatlıkla altında toplanabileceği ve devrimciler için de “erken bir kazaya uğramadan” zemin tutmalarına imkan sağlayan örgütlenme biçimleri üzerinde düşünmek gerekmiyor mu?
E gündem çok sıkışık, nereden çıktı şimdi bunlar? Acele ettikçe murat ettiğinin aksine geciken, hep sıkışık olan gündemler içinde temel nirengi noktalarını yakalamayı daima ıskalayan ve erteleyen anlayışların bilindik mazeretleri… Sonsuz basın açıklamaları serisine yenilerini ekleyerek, çuvallar dolusu yazıya “daha parlak” birkaç sayfa daha katarak mı yakalayacağız “gündemi”? Neden olmamız gereken yerlerde değiliz ve “oralara” uğramıyor mu “gündem”? Yanlış anlaşılmasın, “yıkılmadık ayaktayız, buradayız, bir yere gitmiyoruz” demektir basın açıklamaları serisi ve daha geriye düşülmesine yeğdir; fakat yeter mi bize? Her şey bir yana sosyalist militanın devrimciliğini bir sancı gibi değil, pırıl pırıl bir heyecanla, militan ruhla, yaratıcılıkla yaşama hakkı için, ötesine geçilmesi gereken bir tarz değil midir? Latin Amerika’daki topraksız köylülerin, işsiz işçilerin, evsizlerin örgütlenme biçimleri (evet meclisleri!), oralarda konumlanan sosyalistlerin davranış çizgisi, zamanı zemini geldiğinde kesilen otoyollar, işgal edilen binalar, ekilen topraklar, halkın kullanımına açılan gıda depoları ne söylüyor bize?
Ya da biz ne anlıyoruz tarihten, teoriden, solumuzun elli yıllık birikiminden, dünyanın tecrübelerinden?
Nabi Kımran (Bu Yazi ilk Sendika.org‘da paylaşılmıştır)