“Eleştirel eleştiri, kendini ‘yığın’dan ne kadar üstün sayarsa saysın, gene de bu ‘yığın’ için sonsuz bir acıma duyar. Eleştiri, ‘yığın’ı öylesine sevmiştir ki ona inanacakların ölmemesi, ama eleştirel yaşama girmesi için tek oğlunu göndermiştir. Eleştiri ‘yığın’ olur ve aramızda oturur ve biz onun izzetinin tanıklarıyız: Babadan doğmuş ‘tek oğul’un izzeti(…) Kendini tanrı ile bir tutmayı dolandırıcılık saymaz ama kendine yabancılaştığından, ciltçi ustası kılığına bürünür ve ahmaklığa kadar alçalır.” [1]
Maddi dünyaya karıştığımız ve dünya işleriyle ilgilendiğimizden, onunla ilgili düşündüklerimizde ve söylediklerimizde örtük olarak içerilmiş bir şeyler vardır. Yaşamı ve düşünceyi bütün bu dolayımlardan kurtarmak gerekir. Toplumsal yaşam ve ilişkilerin ardında yatan gerçekliğin açığa çıkartılması ve bu gerçekliğin üzerini örten “sır” perdesinin kaldırılması komünizme uzanan serüvenin anahtarı olabilir.
Şayet, yaşamı bu örtük olarak içerilen şeylerden kurtarmak iddiasındaysanız buna uygun bir yaşam tahayyülüne ve imgesine sahipsiniz demektir. Yalnız durum sadece bununla da sınırlı kalmaz. Tahayyül ettiğiniz yaşam idealini gerçekleştirmek için doğru yöntem ve araçlara da ihtiyacınız vardır. Bütün sömürü ve tahakküm ilişkilerini parçalamak, kendinizi ve yaşamı yeniden kalıba döküp başka bir varoluşu gerçekleştirmek istiyorsanız mücadele hattınız kurmak istediğiniz yaşam idealine uygun olmalıdır. Yaşamda ya da siyasal mücadelede benimsenen yöntemler, onunla bağ kuran örgütün ve kişilerin düşünce yapısını şekillendirir. Yaşamda ilişkilendiğimiz ve kullandığımız her şey bizlerin yaşam tarzı ve düşünce yapısını da biçimlendirir.
Siyasal mücadeleler tarihinde hedefleri ve iddialarıyla çelişecek biçimde hareket eden birçok grup ve kişi olmuştur. Bu kesimler ve kişiler, bir yandan sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadele ettiklerini vaaz ederler ama aksi yönde hareket ederek sistemin yeniden üretimine sebebiyet verirler. Çünkü sistemi, onun üzerinde yükseldiği alanların içsel mantığını ve işleyişini yeterince sorgulamamışlardır ya da sorgulamak istemezler. Bu anlayışın arka planında mülkiyetçi sistemin mantıkî ve ahlaki yapılarıyla bütünleşme istemi yatar. Sadece bununla da kalmazlar, aynı zamanda bu mantıksal ve ahlaki bütünleşmenin yarattığı konfor alanlarında ayrıcalıklı konumlarının keyfini sürerler. Yaşama, kendilerine ve kendilerinin dışında anlamlandırdıkları yoldaşlarına yabancılaştıklarından kendi konumlarını ve statülerini muhafaza etmeyi amaç edinmişlerdir. Ayrıcalıklarına ve konfor alanlarına tehdit olarak algıladıkları olguları ve kişileri derhal kapı dışarı etme telaşına düşerler. Bu düşünceyle hareket edenler sistemin, iktidarın kodlarını, koridorlarını ve bütün girdi-çıktısını iyi öğrenmişlerdir. Hâliyle böylesi anlayış ve kişilere her yerde kolaylıkla rastlanır. Sisteme karşı mücadele ettiğini iddia edenlerin bulunduğu yerler de dâhil.
Gazete Patika yazarı Emre Erdal’ın, adına konuştuğu grup ve önderliğin yaşamla kurdukları ilişkinin niteliği bu biçimdedir. Yaşamı algılama biçimleri, yaşamla kurdukları ilişki, kullandıkları yöntem ve üslupları irdelendiğinde durumun böyle olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Resmî, dinî ve siyasal alanla kurulan ilişki yazarımızın düşün dünyasını ve ufkunun sınırlarını gözler önüne serer. Yazarımız dinsel alanla ilişkilenir ve bu ilişkilenmenin kendisine sağladığı avantajları sonuna kadar kullanma arzusundadır. Bundan ötürü kendisini mutlak irade olarak göstermekte herhangi bir beis görmez. Kendisini ilahi kaynak ve devrimci materyalist teorinin ser çeşmesi olarak takdim eder. Kaleminden çıkan her bir cümleyi de “tanrı”nın kelamı olarak görülmesini ve anlaşılmasını ister. Emre Erdal kendisini tanrı, partisini din ve parti önderliğini de peygamber olarak anlamlandırıyor. Elbette bu hiyerarşik yapı üstten alta doğru kurulduğundan üstten alta doğru devam ederek örgütsel yapının en küçük hücrelerine kadar sirayet eder. Gökyüzünden yeryüzünü yönetme hevesinde olan tanrının, elçisi olan peygamber vasıtasıyla dünya işlerini organize etmesi ancak böylesi bir hiyerarşik yapı ve işleyiş tarzıyla mümkün olabilir. Ve şüphesiz tanrı bunu gören ve bilendir!
Emre Erdal, “Kendini Aldatma Sanatı” üzerine makale yazıp kendini aldatma türlerinden bu denli söz etmişken bu konu üzerine söz söylemeden geçmek olmazdı. [2] Kendini aldatma ancak kolektif bir kendini aldatmayla desteklendiği oranda mümkün ve olanaklı olabilir. Söz gelimi burjuvazinin demokrasi ya da büyük cumhuriyet üzerine attığı sloganlarda olduğu gibi, bunlar resmî hakikat hâline gelmezler ama kolektif bir kendini aldatma hâline dönüşebilirler. Yazarımız kendisini aldatır çünkü kendisinin de içerisinde bulunduğu siyasal yapı, kolektif olarak bu kendini aldatma durumunu destekler. Bu sebepten ötürü yazarımızın irademizin “sanal” olduğunu “yığın”a slogan atarak ilan etmesi kendini aldatma olgusunun anlaşılması noktasında iyi bir örnek teşkil eder. Kendini aldatma hususunda Emre Erdal hem aldatan hem de aldatılan olabiliyorsa şayet, bunun sebebi hem edimlerinin doğrudan muhataplarının hem de ona tanık üçüncü şahısların aldatmacalarına ortak olmasındandır. Sisteme karşı muhalif kampta bulunduğunu iddia eden yazarda ve ilgili siyasal yapıda bu türden olguların gün yüzüne çıkması aslında hiç şaşırtıcı değildir. Kendilerine, yoldaşlarına, halka ve mücadeleye yabancılaştıklarından bu durumun içerisinden çıkma gibi bir istemleri de yoktur. Bu sebepten mütevellit, ekonomik, sosyal, kültürel ve simgesel sermeye biçimleriyle iktidar alanı tesis ve tahkim etmişlerdir. Bu ilişki elbette “yığın”la kurulmaz. Bu kesimler, ekonomik sermayeyi sembolik sermayeye, ekonomik tahakkümü kişisel bağımlılığa ve adanmışlığa dönüştürme becerisine sahiptirler. Bu yabancılaşma hâli içerinde kendi iktidarlarını ve konfor alanlarını koruyabilmeleri hâlâ mümkünse eğer, bunun sebebi sadece kendilerine inananların varlığı ve hiç şüphe yok ki, olgulardan bağımsız olarak yaptıkları hamaset siyasetiyle aldatma sanatında olağanüstü yeteneklere sahip olmalarındandır. Halbuki kendilerine inananlar bütün bu hakikati görebilse, Emre Erdal gibi konformistlerin ve iktidar fetişistlerinin ne kendilerini ne de başkalarını aldatmaları asla mümkün olmazdı.
Emre Erdal, “Kendi Aldatma Sanatı” başlıklı makaleyi, kurumumuzun iradesini yâdsıma ve sanal ilan etme kaygısıyla yazdığı aşikârdır. Ancak okuyucunun anlaması için ilgili bölüme kadar yapmış olduğu laf salatasına tahammül etmesi gerekir. “Kendini Aldatmanın Sol Versiyonu” bölümünde kurumumuzu sanal olarak nitelemek adına deyim yerindeyse boşlukları doldurmak dışında bir şey yapmıyor. Makalenin hangi dert ya da tasayla yazıldığını ve hangi mesajı verdiğini anlayana aşk olsun! Peki, yazar neden bu boşluk doldurma oyununu oynuyor? Bunu yaparken neyi ya da daha doğrusu hangi hakikatleri gözlerden ve düşünceden ırak tutmaya çalışıyor? Dikkat edilirse yazar, SMF sürecinde açığa çıkan olgulara hiç değinmiyor ve irademizi tartışma konusu hâline getirerek aslında işlenen suçları örtbas etmeye ve gündemi değiştirerek tartışmanın yönünü değiştirme gayretine girişiyor. Bu durumlara değinemiyor, çünkü açığa çıkan bütün bu olguların doğru olduğunun farkındadır. Zaten örgütü ve önderliği açığa çıkan olguları ve hakikatleri gizleme telaşıyla hareket edip aynı yöntemi benimsememiş miydi? Bunu anımsatmakta yarar var, zira Gazete Patika’da benzer yöntemle yazılmış birçok makale bulunuyor.
Bu süreçte yaşananlara ilişkinin kurumumuz yapmış olduğu açıklamalarda sürecin devrimci kurumların hakemliğinde, raporlar ışığında tartışılmasını önermiş ve devrimci kurumların vereceği kararın sonucu ne olursa olsun koşulsuz bu kararlara uyacağını açıkça ilan etmişti. Mademki Emre Erdal bu meselede kurumunu pirüpak ve günahsız olarak görüyor, bu olguların gerçek olmadığını ispat etmekle mükelleftir. Zira bizler olguları devrimci ilke ve yöntem ışığında açık bir biçimde tartışmaktan asla geri durma niyetinde değiliz. Bu süreç içerinde yapmış olduğumuz bir hata ya da işlemiş olduğumuz bir suç varsa eğer bunun sonuçlarından kaçmayı da asla düşünüyor değiliz. Yok, eğer “mış” gibi yaparak entelektüel “dil oyunları”yla suç ortaklığı sistemini meşrulaştırma gayretinden vazgeçmeyecekse maskesini düşürmekten asla geri durmayacağımızı bilmesi gerekir. Olguları es geçmeleri bir yana öznesi dahi belli olmayan yazılarla kurumumuz ve yoldaşlarımız hakkında algı yaratarak kendi suçlarını gizleme telaşında olanların tavırları orta yerde duruyorken kendilerinin günahsız ve pirüpak olduklarını, bizlerinse suçlu ve günahkârlar olduğumuzu olgularla ortaya koyabilecek durumda iseler, bunları hiç zaman kaybetmeden ortaya koymalıdırlar. “Ben bir şey yoktur diyorsam yoktur” anlayışıyla hareket edeceklerse eğer o zaman devrimci materyalist teoriyi “mış” gibi yaparak savunmaları nasıl söz konusu olabilir? Gizli özne kullanarak, laf salatası ve hamaset siyaseti yaparak bu gerçekleri çarpıtmalarına seyirci kalmamızı kimse bekleyemez. Emre Erdal’dan da beklentimiz yapmış olduğu “dil filozofluğu”nu bir kenara bırakarak olgularla ve nesnel gerçekle ilgilenmesidir. Bütün bunlara rağmen konumlanmış olduğu dinsel dünyanın büyülü penceresinde yeryüzüne ayetler yollama hevesindeyse şayet bu kendisinin tercihidir. Ancak bizlerin de kendisinden devrimci materyalist teoriyi benimsiyormuş gibi davranmasından vazgeçip bütünleştiği metafizik yöntemi tutarlı bir biçimde savunmasını haklı olarak beklememizi hiç kimse yadırgamamalıdır.
Emre Erdal, “Kendini Aldatma Sanatı” üzerine kaleme aldığı makalede düşün yapısının sistemin düşün yapılarıyla ilişkisini gözler önüne serer. “Bir derneğe dahi sahip olamayan sanal federasyonlar”dan söz eder ama aynı zamanda özne belirtmeden kolektifimizin iradesini ve meşruluğunu tartışma konusu hâline getirir. Yazarın sistemle ve iktidarla kurduğu ilişki gözünü o denli karartmıştır ki, kurumumuzu itibarsızlaştırma arzusuyla yanıp tutuştuğundan aslında bugün adına konuştuğu örgütün iradesini ve değerlerini yadsımaya kadar vardırır durumu. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları sisteme karşı mücadeleye giriştiklerinde birçok olanaktan yoksunlardı. Derhal mücadeleye atılmak için komünist partiyi ve ona bağlı ordunun isimlerini belirleyip inşa sürecini başlatmışlardı. Üye sayıları sınırlıydı ve yüzleri bile bulan bir orduları yoktu. Mücadelede ihtiyaç duydukları birçok araç da ellerinde bulunmuyordu. Peki, bu durumda Kaypakkaya ve yoldaşları sanal parti ve ordu mu kurmuş oluyorlardı? Bize göre hayır, ancak Emre Erdal’ın düşüncesinden hareket edecek olsaydık Kaypakkaya ve yoldaşlarının sanal parti ve ordu kurduklarını düşünmemiz gerekirdi. Tam bir kendisine yabancılaşma hâli ve akıl tutulması yaşayan yazarımız geleneğimizin üzerinde yükseldiği anlayışı ve değerleri yok sayma tutumunu benimsiyor.
Emre Erdal’a önerimiz Muzaffer Oruçoğlu, Kazım Cihan, Davut Kurun ve hâlâ yaşamda olan geleneğimizin değerli öznelerine bu konuda danışmasıdır. Sisteme karşı mücadele etmek isteyenlerin iradeleri ve iddialarının meşruluk zemini ve kaynağının ne olduğu üzerine belki bir fikre böylece sahip olabilir. Dernek gibi maddi nesnelerden yoksun olma durumunun irademize bir halel getirmediğini ve maddi nesnelerle kurmuş olduğu fetişist ilişkinin komünizm için mücadele edenlerin dünyasında bir kıymet-i harbiyesi olmadığını idrak edebilir belki de! Aslında Emre Erdal’ın olgulara böyle yaklaşığını düşünmek insanda ikili bir duygu ve düşünce hâli yaratıyor. Varsayalım ki, yazarımız siyasal iddiaların ve iradenin dernek gibi maddi nesnelere sahip olmakla gerçeklik ve anlam kazandığını düşünüyor. Yazarımızın “iyi niyetli cahilliği” nedeniyle bunu yaptığını düşünmek insanda istemsiz bir ferahlama duygusu yaratıyor. Çünkü bu ihtimal en azından yazarımızın ahlaki bir probleminin olmadığı anlamına gelir. Cahillik problemiyle ahlaki problem arasında bir seçim yapmamız gerekseydi hiç düşünmeden cahillik problemi nedeniyle böyle bir gaflete düşmüş olmasını yeğlerdik. Zira Emre Erdal’ın bütün bu olguları, gerçekleri, ilkeleri ve değerleri bildiği hâlde savunma sahtekârlığını tercih ettiği ihtimali, ihtimallerin en kötüsü ve talihsizi olurdu.
Komünal sahiplenme biçimiyle kapitalist sahiplenme biçimi arasında ayırım çizgisi vardır ve bu sınırların belirgin olması komünistler için son derece önemlidir. Emre Erdal’ın dernek üzerinden irademizi tartışmaya açma örneğinde olduğu gibi maddi nesneleri fetiş haline getirmesi cahilliğinden ötürü değil de mülkiyet dünyasıyla kurduğu kapitalist sahiplenme istemiyle bütünleşme eğiliminde olması olasılığını bir an olsun düşünmek istemeyiz. Ama elbette bu durumun “cahillik”ten mi yoksa ahlaki bir problemden mi kaynaklandığının kararını ve cevabını verecek olan Emre Erdal’ın kendisidir. Egoya, kibre ve üstenciliğe düşmeden bu durumun muhasebesini yapabilir. Aksi hâlde kendisinin komünal dünyanın hamalı ve duygudaşı değil, kapitalist mülkiyet dünyasının gönüllü propagandisti ve savunucusu olduğu gerçekliği yüzümüze çarpacaktır.
Yazarımız, sanki sisteme karşı mücadele etmek için ortaya iddia ve irade koymuş olmamız meşruluğumuz için yeterli değilmiş gibi bir de derneğimizin olmamasını meşruluğun dayanağı hâline getiriyor. Emre Erdal’ın dinsel alanla kurduğu ilişkiden söz etmiştim. Belki de yazarımız irademizi ve iddiamızı sanallıktan çıkartıp gerçekliğe büründürmenin yolunun taç giydirme törenlerinde geçtiğini düşünüyor olabilir. Eski zamanlarda Papa imparatorlara ve krallara taç giydirme törenleri düzenlerdi. Papa, dinsel bir törenle imparatora ya da krala taç giydirir ve ancak bu taç giydirme töreninden sonra imparator meşru olarak tahta oturup hükmedebilirdi. Emre Erdal, kurumunu Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, örgüt önderliğini de Kutsal Roma-Cermen imparatoru olarak anlamlandırıyor olmalı. Dolayısıyla seçilmiş olan imparator, Papa’nın düzenlediği taç giydirme töreniyle kutsanmış, iradesi ve meşruluğu tanınmıştır. Sisteme karşı mücadele etme hedefinde olduğu iddiasında olanların bir örgütün iradesini ve meşruluğunu tanımasının yöntemi anladığımız kadarıyla böyle belirleniyor. Belirtmek gerekir ki, bizler meşruluğumuzu sistemin resmî ya da dinsel törenlerinde onaylatma düşüncesi ve hevesi içerisinde değiliz, ancak farz-ı muhal böyle bir akıl tutulmasına düşüp bunu yapmak isteseydik, vay halimize! Tanrı, din, peygamber, Papa, “yığın” ilişkisi ve hiyerarşisinde bu asla mümkün olmazdı. Tanrının kelamına karşı çıktığımız ve dinin kurallarını ihlal ettiğimiz sebebiyle dinden kovulduğumuzdan, yaşamımızın sonuna kadar sanal kalabilirdik!
Emre Erdal’ın sistemle ve sistemin üzerinde yükseldiği alanlarla bütünleşme eğilimi oldukça güçlüdür. Emre Erdal’ın sistemle bu bütünleşme hâlinin en iyi biçimde görünür olduğu esasta iki alan söz konusudur: Resmî alan ve dinsel alan. Bu alanları elbette tamamen birbirinden bağımsız olarak görmez. Her iki alanın mantığını karşıtlarına karşı etkili bir silah hâline dönüştürür. Yoksa bütün olgular gün gibi gözler önüne serilmişken ustaca gerçeklik algısını bozamazdı. Yazarımızın gerçekliği ve gerçeklik algısını çarpıtmada son derece kabiliyetli olduğunu kabul edip hakkını teslim etmeden geçmeyelim! Resmî alanla kurduğu ilişki kurumumuzun iradesinin dayandığı meşruluğun dayanaklarını sorgulamaya yöneltir. Bu sorgulama sonucunda irademizin kendisini dayandırdığı dayanakları yeterli görmez ve federasyonumuzun sanal olduğu kanaatine varır. Bunun gerekçesini de kendince “bir derneğimizin bile” olmadığı argümanına dayandırır. Yazarımızla hemfikir olsaydık sisteme karşı mücadele eden örgütlerin meşruluklarını sistemin ve devletin dernekler masasından geçtiğine ikna olabilirdik. Sistemle, resmî alanla, iktidarla ve onun yapılarıyla aramıza kalın bir çizgi çektiğimizden ötürü böylesi bir gaflete neyse ki düşmüş değiliz. Sisteme karşı mücadele etme ve komünizm idealine ulaşma amacıyla mücadele yürütenler meşruluklarının kaynağının ne olduğu konusunda en ufak bir kafa karışıklığı içerisinde olmazlar. Sistemle arasındaki çizgiyi silikleştirip bütünleşme eğiliminde olanlar bunu anlamakta elbette güçlük çekeceklerdir. Elbette bunu ifade ederken sistemden, onun üzerine kurulu olduğu alanlardan ve iktidarın etkilerinden azade olduğumuzu iddia etmiyoruz. Sadece bütün bunlarla bütünleşmenin olumsuz bir hâl olduğunun dolaysızca bilincinde olduğumuza işaret ediyoruz. Başka bir dünyanın ve varoluşun mümkün olduğunu düşünenler sadece bunların farkında olmakla kalmazlar ama aynı zamanda meşruluğun kaynağını sistemin resmî alanında arayanlara karşı da amansız mücadele etmekten geri durmayacaklarının bilincindedirler!
K. Marx ve F. Engels’in Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi kitabının ilk bölümünün daha girişinde Engels yoldaşın yapmış olduğu değerlendirmenin alıntısını yazmış olduğum makalenin girişinde alıntılamış olmam sebepsiz değildi. Yazıyı okuyan dostların ve yoldaşların Emre Erdal’ın, örgütünün ve siyasal önderliğinin Kutsal Aile’yle kurdukları ilişkilenme tarzını gösterme gayesindeyim. Kutsal Aile’de işlerin yürüme mantığı nasılsa bu anlayışın sahipleri için de örgütün işlerinin yürüme mantığı aynıdır. Örgütü bir aile ilişkisi olarak görme eğiliminde olduklarından Kutsal Aile içerisinde işlenen suçların gizli kalmasını isterler. İşlenen suçlar tıpkı aile ilişkisinde olduğu gibi meşrulaştırılır ama Kutsal Aile’nin bu imgesini ihlal edip onun pirüpak olmadığını ilan edenler olursa da lanetlenip acımasızca cezalandırılırlar. Yaşamı tanrıdan, devletten ve Kutsal Aile’den kurtarmak isteyen eyleyiciler bu güçlerin gazabına uğrayacakları için ideallerinden ve amaçlarından vazgeçmezler, tam aksine bu güçlerin gazabına karşı koyarak onların varlık nedenlerini köklü bir biçimde ortadan kaldırmayı amaç edinirler.
Kaynaklar: [1] Marx K., Engels F., Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, Sol Yayınları, s. 23. [2] www.gazetepatika15.com/kendini-aldatma-sanati-93782.html
Manuel Bakırcıyan