SÖNMEYEN MEŞALELERİMİZ!

1127

Uzak kavramı sabrımızı sınarken ve zorlarken, düşlerimizde ufkumuzun cenderesini öylesine umutlandırıp güçlendiriyor ki, yaşamın yeniden doğuşunu müjdeliyor. İnsanın toplumsal devrimini hızlandırıp geleceğe mavi yelkenler açıyor. Farklı fikir ve düşüncelerin, mekânlara sığmayan yoğunluğun ve ortaklaşmanın, birlikte yürümekten güçlü çıkmanın kolektif fikriyatın doruğudur baharın kapısı.

Tek başına doğaya karşı savaşmanın, göğüs germenin günleri değil sadece, amansız kavgalarında habercisi oluyor baharın kapısı. Yıkmanın ve yeni dünyalar yaratmanın azmidir, bundandır ki mart diyalektiğin anası olup materyalist düşünce yetimizi güçlendirmekle kalmıyor eyleme hazırlanmamızı istiyor bizden. Diğer bir yönüyle düşünce ve eylemin sentezidir Mart.

Karşıtların çatışmasıdır; doğruyla yanlışın, kışla baharın, emekle sermayenin, güçlüyle güçsüzün yaşamın yüzlerce celişkisini usumuzun derinliklerinde rafa kaldırdığımız, unuttuğumuz ve değersizleştirdiğimiz her bir şeyin yeniden dirilmesidir bahar. Bir ananın doğum sancısıdır, toprağın rahmine düşen canlıların merhaba deyişidir. Bir an zemherinin soğuğunda buz keserken, ılık bir esintinin cemreyle buluşmasıdır. Mart, yaşamı her anlamda ve alanda ciddiye almanın kavramanın doruğunda yaşamanın adıdır, yaşamın koynunda büyüyen ölümlerin habercisidir. Ölürken de toprağın bağrından binbir canlıya dönüşen insan yüreğinin bendine sığmayan coşkunluğudur. Halkların özgürlük bayrağıdır, yiğit evlatların toprağa düşüşüdür.

Yıllarca sürgünlere boyun eğmeyen ve yılmayan, kavganın her adımında tereddütsüzce yürüyen, barbarlığın tüm hücrelerini dinamitleyen, Sosyalist Ekim Devrimi’nin önderlerinden Josef Stalin’in aramızdan fiziken ayrıldığı zaman dilimidir 5 Mart 1953.

8 Mart 1857, Newyork sokaklarının kızıla boyandığı, köleleştirilen kadın cinsinin yeniden tarih sayfalarında özgürlük ateşinin ortasında yaşama sımsıkı sarılarak, geleceği ilmek ilmek örerek emeğin sevgiyle mayalanıp Anka kuşunun kanat çırpışıydı gökyüzünün maviliğinde.

Tarihin cenderesinde Zeus’un karanlığıdır dünden bugüne süregelen yağmalanan mazlum halklar üzerindeki cehennem soğuğu. Zerdüşt’ün insanlaşma felsefesidir gazi halkının dost sofralarında. Prometeus’ün ateşidir Serez çarşısında yankılanırken Şeyh Beddettin’in sesi, ilmeği geçirilirken boynuna yarınlara ortak sofraların muhabbetidir yargılanan. Hallac-ı Mansur’un yüzülürken derisi acının deminde düşmana gülüşüdür, geçmişten bugüne.

Osmanlının bukalemuncu yüzüdür yüzlerce katliama, binlerce ölüme ferman çıkarırken, ölüm korkusunu aşamamış zebanilikten çıkamamanın pedagojisidir iktidar erkinin. Varsın 12 Martlar sizden yana karanlığın körlüğünde cesurluk taslasın, gökkubbenin şahsında yıldızlarımızı koparsın yüreğimizi burksun, ama karanlığın aydınlığa gebe olduğu da umudu heybesine yükleyenlerin patikadaki ateşinin narında deme durmakta.

Tarih 14 Mart. O gün Britanya adasında gökyüzü griye boyanmıştı. Doğa cansız ve bilinmez renklerin ürkütücü senfonisini fısıldıyordu. İnsanların bakışlarında kayıp bir yıldızın tedirginliğindeki gizem, ressamın tuvaline yansıyordu. Düşüncelerin, bilimin çarkında tarih sayfalarından sokak barikatlarına, dağ doruklarından zindan karanlığına nakış işlenirken, şairler kalemlerini Marks’ın anlayışı sınırsız zekâsının taşında bileyliyordu. Dil, ateşte harmanlanmış suskunluğu, hüznü, acıyı tadıyordu. Kutup yıldızı Britanya’da toprağın bağrında fersah fersah kök salarak, açlık ordusunun gelecek umudunu ölümüyle yeniden şekillendiriyordu.

Genç fidanlar düşerken Beyazıt’da bilimin kapısına, siyaha bulanmış gökyüzü napalm bombalarıyla Mezopotamya’da halkların yüreğini dağlıyordu. Halepçe çocuk masumluğunda kanarken ve kavrulurken ateşten bedenler tava geliyordu örs ile çekicin dövünümünde. Şafak kan kusarken, dövülürken kara gedik, Munzur’un çığlığı öksüzleşirken ve kavrulurken evlat acısıyla anaların yüreği yalnızlığın ezgisiyle boğuşurken gece eksiliyor günün doğumunda, beyaz kar örtüsünü sımsıcak sarmalıyordu Savaş ve yoldaşlarını. Kürt kızının kanamış bedenine, gökkuşağının yedi rengi kapanırken, kardelen çiçeği damıtılan kanın sarhoşluğuyla gelincik misali, zulmün kapısında nöbete durup, acının çığlığı baharın koynunda sevinci muştuluyordu.

Zulmün acının rengi hep aynıydı. Mazlum halkların umudu, cemrenin toprak anayla narlaşan, aşk pınarlarından yudumlanan zemzem suyu zulasında. Toprağın koynunda mayalanan yaşam binbir renk cümbüşüyle Kawa’nın ateş mağarasında, kızılcık şerbetiyle yıkanmaktaydı. Umut demircinin hünerli ellerinde şekillenirken, Newroz çiçeği aşkın şarabıyla tatlandırılıp, Kawa’nın isyanında demleniyordu. Zozanlardan yükselen zılgıtlar, Mezopotamyanın zulüm tanrısı Dehak’ın saltanatını sarsıyordu. Dengbejler, Komünarlar ile el ele vermiş Paris sokaklarında enternasyonale eşlik ediyordu. Yürekler Mezopotamya’dan batıya aynı ezginin ritmiyle güneşi yudumlamanın sarhoşluğunda, ezilenlerin omuz omuza tutulma zamanıydı. Kızıldere, kavganın uslanmaz çocuğuna ölümün kapısını aralamanın acısını tattırırken ve uzanırken boylu boyunca toprağın nemli yüzüne on cesur adam, baharla umutlanmanın sevincidir acılarımızı hafifleten…

UĞUR MUNZUR

Önceki İçerikWe are walking to the future by stepping in the footsteps of 50 years of historical accumulation!
Sonraki İçerikTutsaklar Dayanışma Kampanyası Başarıyla Sonuçlandırıldı!