Son dönemde, devrimci hareketi yenilgi psikolojisi her bakımdan sarmış bulunuyor. Yenilgi kavramını herkes ağzına almasa da, hemen hemen herkes, yenilgi döneminin hemen bütün sonuçlarını ortaya koyuyor ve bu durumdan çıkış için çaba harcıyor. Kuşkusuz ortada bir yenilgi var ve kaçınılmaz olarak sonuçlarını da üretiyor. Bundan kaçınılamaz; ancak yenilginin sonuçlarıyla yaşamak zorunda da değiliz. İçinden geçtiğimiz dönem, yenilgi ve gericilik dönemidir ama, aynı zamanda tarihte az rastlanacak devrimci olanakların olduğu bir dönemdir de. Bu devrimci olanaklar, öznel olmaktan çok nesnel bir olanaktır. Kendiliğinden devrimci sonuçlar yaratmayacak; devrimci bir öznenin mayalanması sayesinde öznel devrimci olanak haline gelecek olanaklardır.

Yenilmiş bir ruh halinin bu derece etkili olmasında, burjuvazinin krizi yönetmede, çoğu devrimci çevrenin beklemediği bir başarı göstermesinin yarattığı şaşkınlığın etkisi var. Ama sadece bu değil. Devrimci gruplar, uzun geçmişlerine rağmen, bir dizi iddiasını gerçekleştirememenin, varoluşuna temel oluşturan bir kısım politik analiz ve tutumların pratikte iflas etmesinin de sıkıntısını yaşıyor; bu durumu izah etmeye çalışsa da bir türlü inandırıcı bir izah getiremiyor. Örnek olsun, kendi bağımsız kimlik ve varoluşunu yadsıyacak düzeyde Kürt ulusal hareketine umut bağlayanların, yıllardır genel grev/genel direniş ajitasyonu yapanların, yıllardır “işçi sınıfı, işçi sınıfı” diyerek dövünenlerin, kendisini “proletaryanın öncü partisi”, “tek komünist güç” olarak propaganda edenlerin, bugün gelinen noktadaki konumları hesaba katıldığında, bunun bir güven bunalımı yaratmaması düşünülebilir mi? Doğal olarak, devrimci gruplar, bu sorunlara, bu sorunlar karşısında kendi öznel konumlarına inandırıcı bir çözüm de ortaya koyamıyor; devrimci militanlara ufuk sunamıyor.


Öte yandan, burjuva yönetim, politik meşruiyetini çoktan kaybetmesine, egemen sınıf kendi içinde sürekli bir çatışma içinde bulunmasına, başta Kürtler olmak üzere toplumda devlete karşı var olan güven bunalımına, işsiz-çalışan milyonlarca işçinin sefalet içinde yaşamasına, toplumda geleceğe karşı güvensizlik her geçen gün artmasına, on binlerce insan devlet terörü ile katledilmesine, mahalle karakolundan başlamak üzere tüm polis ve jandarma teşkilatında değişik düzeyde işkenceden geçirilmesine, mevcut hukuk sisteminden mağdur olmasına rağmen, burjuvazi yine de iktidarını rahatlıkla sürdürüyor, sıkıştığı yerde bir dizi reformlar sayesinde sistemini tahkim edebiliyor. Biz bunu, burjuvazinin kriz yönetimi olarak, devrimci bir önderliğin, devrimci bir işçi hareketinin olmadığı koşullarda, burjuvazinin kendi açmazlarını, hedeflerine varmış bir olanak olarak değerlendirme politikası olarak niteliyoruz. Burjuvazinin kriz yönetiminde başarılı olması, onun kendi öz gücünden çok, devrimci hareketin zayıflığından, burjuvazinin, yığınlardaki düzene dönük öfke ve hoşnutsuzlukları kendi hedefine yönlendirme becerisinden geliyor.

Oysa normal olarak, bu tür bir baskı ve sömürü çarkının işlediği koşullarda, burjuva egemenliğinin de bu derece yıprandığı bir ortamda, sistemi karşısına alan, sistemi devrimci bir temelde değiştirmek isteyenlerin, bırakalım güç kaybetmesini, her an devrimci bir durumun doğmasını sağlayacak bir politik özne olarak sivrilmemesi düşünülemez. Çünkü üzerinde yaşadığımız topraklarda da, genel olarak dünyada da, devrimin nesnel olanaklarının devrimci bir gelişmeye hizmet etmesiyle devrimci bir önderliğin yaratılması arasındaki ilişki hiç bu kadar dolaysız hale gelmemiştir. Burjuvazinin ideolojik hegemonyası, yığınlarda yarattığı ideolojik ve politik yanılsamalar, devrimin nesnel olanakları karşısında hiç bu kadar etkili bir baraj olarak ortaya çıkmamıştır. Yaşanan yenilgi ortamının bu derece şiddetli yaşanmasında da, burjuvazinin yönetme başarısında da, devrimci bir önderlik eksikliği, temel ve belirleyici bir role sahiptir.
Sadece ulusal çapta, yaşadığımız topraklarla sınırlı değil, uluslararası koşullarda yaşadığımız topraklardaki devrimci hareket için büyük bir avantaj sunuyor. Sosyalizmin, komünizmin iflasını, “tarihin sonu”nu ilan ederek “Yeni Dünya Düzeni” iddiasıyla kapitalizmin üstünlüğünü ilan eden burjuvazinin insanlığa ne vereceği, geçen on yılda yeterince ortaya çıktı. Bunu bir yana bırakalım. Yeniden bir emperyalist paylaşımın gündemde olduğu, bu paylaşımın merkezinde yer alan bir ülke ve uluslararası odakların Türkiye burjuvazisini yanına çekmek için kıyasıya bir kavgaya girdiği kritik bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Bir yanda ABD, bir yanda AB, bir yanda askeri ve politik güç olarak kimsenin görmezden gelemediği bir Rusya ve gücünü her geçen gün artıran Çin… bunlar içinde yolunu bulmaya çalışan, bölgesel bir güç olarak istilacı-yayılmacı pratikleriyle hiyerarşide basamak atlamak isteyen bir Türkiye. Neredeyse tüm komşularıyla politik ve toprak sorunları olan, bu sorunların her zaman sıcak çatışmalara yol açma olasılığı olan kaç ülke var Türkiye gibi?
Sadece nesnel koşullar bakımından değil, öznel koşullar bakımından da, ulusal ve uluslararası tüm yıkıcı etkenlere rağmen, devrimci kimliği ayakta tutmaya çalışan, kendine komünizmi, Marksizm’i referans olarak alan, bunun için bedel ödemekten kaçınmayan bir devrimci hareket kaç ülkede var?
Bütün sorun, bu olanakları güce dönüştürecek, ideolojik ve örgütsel donanımı, devrimci bir program ve stratejiyi, bilinçli, planlı bir hazırlığın başarılmasını sağlayacak bir devrimci öznenin, devrimci bir önderliğin olmamasıdır. Bu önderlik gökten düşmeyecekse, mevcut güçlerin ideolojik ve örgütsel etkinliği ile yaratılacaksa, o zaman yapılması gereken, mevcut olanaklarımızı değerlendirecek bir bakışı kazanmaktır.

Bugün tüm devrimci kuvvetlerden kendini sorumlu tutmayan, bunu devrimci bir önderliğin yaratılması amacı doğrultusunda değerlendirmeyen, buna uygun bir ideolojik donanıma, örgütsel kapasiteye sahip olmayı öncelikli ve temel görevi olarak benimsemeyenlerin mevcut olanakları devrimci hedefler doğrultusunda değerlendirmesi olanaklı olabilir mi? Bütün dikkatini, kendi dar ve sınırlı güçlerine diken, bunlarla yetinmeyi esas alan, en fazlası bugün çok yönlü ve tarihten gelen yüklerle büyük bir ağırlık oluşturan görevleri, salt kendi dar güçleriyle yerine getirmeyi önüne koyan bir perspektifle mevcut görevlerin altından kalkmak olanaklı olabilir mi? Böyle bir bakışı benimseyenlerin, bu görevlerin altından kalkamadığında hem kendi gücüne güvensizlik duyması, hem de dışındaki güçlere yabancılaşarak amaçlarına tereddütle bakması önlenebilir mi? Sorunlar bu derece kapsamlı ve ağrılıyken, yıllardır tekrarlanan, ama devrimci hareketi bir adım bile ileriye taşıyamayan tutumlarda, “kitlelere gidin” çağrılarında, iyi niyetli temennilerden öte bir anlamı olabilir mi? Burjuvazinin çok yönlü ideolojik ve politik saldırıları karşısında, sadece tek tek grupların dar güçlerine ve amatör çabalarına dayanan bir etkinlikle tutunabilmek, en önemlisi de karşı saldırıya geçmek olanaklı olabilir mi?
Yaşanan gerçekler, bu soruların yanıtlarını, anlamak isteyenler için yeterince ortaya koyuyor. Artık, daha fazla zaman kaybetmeden, güçlerin çarçur edilmesine yol açmadan, kendimize devrimci eleştirel tutum takınmak, kendimizi devrimci yenilenmeye kilitlemek, var olmanın ve yol yürümenin yaşamsal koşulu haline gelmiştir.

Bugün asıl sorun yenilgi gerçeğinin üzerinden atlamadan; ama yenilginin sonuçları üzerinde kafa yormaktan çok, yenilginin etkilerini bertaraf etmeye yoğunlaşan; yeniden var edecek nesnel ve öznel olanakları değerlendirecek devrimci bir önderliğin inşa sorunlarına, onun hazırlık görevlerine yoğunlaşmaktır. İçinde yaşadığımız olanakların bilincinde olunduğu, onun gerektirdiği ideolojik ve örgütsel kapasite yaratıldığı durumda, artık yenilgiden değil, devrimci atılımdan söz edeceğiz ve beklenmedik bir devrimci enerjinin ortaya çıktığını göreceğiz.

Şiyar Mercan

Önceki İçerikYılmaz Güney Mezarı Başında Anıldı!