Devletin oluşumu uzun tarihsel bir süreç içerisinde gerçekleşmiştir. İnsanın, içerisinden çıktığı, parçası olduğu doğayı nesneleştirmesi ile başlayan bir süreç. Devlet öncesi toplumlar (ilkel toplum) zamanla devletin ortaya çıkmasına neden olacak değişimler yaşamışlardır. Bu değişimin temelini oluşturan nedenlerin başında güç-otorite ve ekonomik etmenler gelmektedir. İlkel toplum içerisinde eşitlikçi bir yapı vardır ancak toplumsal yapı içerisinde gerçekleşen bu farklılaşmalar devletin oluşumunu hazırlayan süreci başlatmıştır.
İnsanın yaşamsal mücadele içerisindeki ilk amacı gıda, barınma ve korunma (giyisi, diğer yırtıcı hayvanlardan, doğa olaylarından) ihtiyacının karşılanmasıydı. İhtiyaçları doğrultusunda aletler geliştirerek yaşamını dizayn etme becerisi gösterir, sosyal gruplar inşa eder.
Genslere göre örgütlenmeler ile ortak yaşam alanları oluşturulur. Çok eşli, gruplar halindeki ortak yaşam içerisinde ilk iş bölümünün cinsiyetler arasında olduğu görülür. Ancak bu iş bölümünde kadın da erkek de yaptığı ve kullandığı aletin sahibi. Soy zinciri, anne üzerinden belirlenir ve miras da yine anne soy zinciri üzerinden yapılır. Kadının ortak yaşam içerisinde, alınan kararlarda oy kullanma hakkı var. Üretimin artması ve özel mülkiyetin gelişmesiyle miras hukukunda sorunlar çıkmaya başlar zira artan bir üretim vardır ve bu üretim araçları da erkeklerin elindedir. Kadın ve erkek arasındaki iş bölümü; kadının yaptığı işin (ev işleri, çocuk bakımı) değersiz ve yapılmasının zorunlu olarak görülmesi, maddi değer üretmediği için aşağılanmasıyla sonuçlanır. Maddi değer üreten üretim araçlarının erkeğin elinde olması ve bunu kadına karşı bir üstünlük aracı olarak kullanılmasıyla, artık miras hukukunun ana soyu üzerinden değil de baba soyu üzerinden devam etmesi ile sonuçlandı. Artık erkekler kadınlar üzerindeki hakimiyetini kurmuştu. Süreç kadının da erkeğin mülkü olarak görülmesiyle sonuçlandı.
İlkel-komünal gelişim aşamasında insanın üretimi ihtiyaçları kadardı. Ortaklaşa çalışılır, elde edilen ürün de eşit bölüşülürdü. Üretim araçlarının geliştirilip, ürün fazlasının oluşmaya başlamasıyla; emek üretkenliği artar, özel mülkiyet ve değişim, servetler arasındaki eşitsizlik, başkasının emek gücünden yararlanma giderek artar, sınıflar oluşur. Artık özel mülkiyet, kolektif mülkiyete üstünlüğünü kurmuştur. Üretim araçlarının bir sınıfın elinde toplanması ile sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlıklar oluşur. Sınıfların oluşumu devletin ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Zira egemenlerin elinde bulundurdukları gücü kaybetmeye niyetleri yoktur.
Oluşan toplumsal yapılar ilk olarak gens örgütlenmeleri üzerinden olurken, özel mülkiyetin gelişmesi, özel mülkiyet araçlarının ezen sınıfın elinde olması farklı toplumsal yapılara evrilerek, gens örgütlenmesinin yerini devletin alması ile sonuçlandı. Artık insanlar genslerine göre birlikler oluşturmuyor, üzerinde yaşadıkları ortak toprak parçası üzerinden birlikler oluşturuyordu.
Sınıflar arası çelişkinin uzlaşmadığı yerde devlet ortaya çıkar. Devlet; bir sınıfın egemenlik organı, bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı aracıdır. Devlet yapısının özüne bakıldığında içinden çıktığı toplumun üstünde yer alan özel bir kamu gücünün oluşturulduğu ve ilişkilerin karmaşıklığı görülür. Oluşturulan bu kamu gücü devletin sürekliliğini sağlamak için kullanılır.
Devletin ortaya çıkışına yönelik dile getirilen bazı değerlendirmeler ya eksik ya da hatalı bir yaklaşım ile ele alınmakta. Bu yaklaşımların doğru bir yöntem ile eleştiriye tabi tutulması önemli geliştirici ve ilerletici rol oynayacağı bir gerçekliktir. Bu noktada Boran Kızıldağ’ın BURJUVA DEVLET, KİTLELER VE KOMÜNAL DÖNÜŞÜM başlıklı yazısı bu eleştirilerden muaf değildir.
Yazının girişinde yazarımız devletin ortaya çıkışını açıklamakta. Devletin ortaya çıkışı birden gerçekleşecek bir durum değildir. İlkel-komünal sistemin dağılması ve özel mülkiyete dayalı sınıflı bir toplum oluşmaya başlar. Özel mülkiyet araçlarını belirli bir sınıfın elinde tutması ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlaması ile de oluşan bu sınıflar arasında uzlaşmaz çelişkiler doğurur. “Devlet; aile, özel mülkiyet ve bir bütün olarak sınıflı toplumların içinden doğdu. Bu sınıflı toplumlar yapısının kendi aralarındaki kavga, savaş, kargaşa ve karmaşık yapısından özen ile faydalandı. Toplum içerisindeki farklı cins, dil, din, kültür, mezhep, ırk, ulus vb. çeşitliliği oluşturan yapıların birinin diğerine karşı olan ötekileştirme, yok sayma, öfke ve kininden beslenerek büyüdü. Büyüdükçe de gelişen, geliştikçe bu çatışma/çelişki bütünlüğünden sürekli yararlanarak asırların getirmiş olduğu deneyimlere yaslanıp zaman içerisinde merkezileşip geçmişten günümüze doğanın ve insanlığın başına bela oldu.” Yazar devletin çıkış noktasına doğru bir biçimde değiniyor ancak devletin oluşmasından sonra ki süreçte bir kafa karışıklığı söz konusu. Şöyle ki, yazarın yabancılaşma kavramını gözden kaçırdığını görüyoruz. Özel mülkiyet araçlarının gelişmesi, kişilerin ürettiği ürün üzerindeki hakimiyetini kaybetmesi, ortak mülkiyetin bencilce yağmalanması insanların kendilerine, doğaya karşı yabancılaşması ile sonuçlandı. Özetle sınıflı toplum içerisindeki birey yabancılaşmıştır ancak yazıda toplum içerisinde var olan çelişki ve sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı devlet çıkartmış gibi bir algı var. Tüm bu yabancılaşma ve sınıflar arası çatışkı sonucunda devlet oluşmuştur, ezen sınıfa hizmet eden ve bu sınıfın çıkarlarını koruyan bir pozisyonda durmaktadır. Devlet bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı organıdır ve bu sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek var olan baskıyı yasallaştırarak kurulan bir düzendir. Devlet dönemsel olarak toplumsal farklılıkları kullanarak sınıflar arasındaki çatışmayı arttırarak derinleştirir, dönemsel olarak buna başvurur ancak kendisini var etmesi tek yönlü olarak buradan beslenmez.
“Devlet tarih boyunca kendisini, görünen/resmi devlet (ordu, polis, yasa…) görünmeyen/sivil devlet (inanç ve kültür) olmak üzere iki farklı yapı üzerinden inşa etti. Devletin bu iki yapısı gerek kendi içinde gerek ise halk içinde birbirine görünmez bağlarla sıkı sıkıya düğümlenip içe içe geçmiştir.” Devleti oluşturanın toplumsal yapı içerisindeki insanlar olduğuna değindik. Yazar burada devleti tek başına bir güç olarak ele alarak devletin çıkış noktasından uzaklaşıyor ve sınıflar arasındaki çatışkının temelini sanki devlet oluşturuyormuş gibi bir yanılgı içerisine giriyor.
“Devlet kendi varlığını sürdürmek için halka karşı silahlı zor yolunu ustaca kullanır, bu silahlar ile halkı sindirir, bastırır. Kutuplaşmaları zamana ve ana uygun körükleyerek derinleştirir. Kendince bunu yapmak zorundadır çünkü aksi halde ötekileştirilen, sömürülen, her türlü özgürlüklerinden edilen ve yok sayılarak soy kırımlara tabi tutulan halkların bir araya gelerek devlet iradesine bir şekilde başkaldırması kaçınılamazdır.” Yazarımızın yazdıklarından yola çıktığımızda, burada da var olan sınıf çatışmasının temelini devlet oluşturuyormuş gibi bir anlamın çıkmasına neden oluyor. Halkı sindiren, sisteme entegre eden devlet olgusu değil üretim güçlerini elinde bulunduran, ezen konumunda olan ve devlet işleyişine yön vererek kendi çıkarı doğrultusunda kullanan ezen sınıftır.
“Burjuva devlet bir yandan toplumun bu çatışma halinden faydalanırken diğer yandan ise her bir toplum kesimine özgün/özel taktikler geliştirerek bireylerin bilinç ve onların düşün dünyasına burjuva devlet dünyasını temsil eden kültürel, dilsel, dinsel ve ahlaki saldırılarda bulunur. Asıl saldırı tamda burasıdır. Bu saldırı görünmezdir. Görünmeyen devletin inşası burada şekillenir. Burjuva devletin ahlaki yapısı, sömürgeciliği, kültürü, dili, türcülüğü, cinsiyetçiliği ve faşist toplumsal normları bu alanda yani insanın kendi beyninde yeşertilir. Buradaki saldırı ne kadar başarılı ise devlet ve bu görünen devletin halka karşı dört el ile sarıldığı silahlı şiddet de o kadar güçlü demektir. Bu saldırılardaki maddi imkânı yine silahlı zor yolu ile elinde tuttuğu ve kendisininde içinden çıkıp geldiği gerici kültürü derinleştirip sonrasında bir asalak gibi bu imkanlara yapıştırarak kemirdiği emek sömürüsü üzerinden planlayarak devreye koyar. Aile, toplum, cinsiyet, din, ulus, ekonomi, kültür, eğitim, bilim, sanat, felsefe, edebiyat, sinema, spor, medya, sosyal medya, televizyon vb. gibi araçları özen ile kullanarak onları kendi amaçlarına uygun bir şekilde yeniden biçimlendirir. Bu araçlar ile her bir bireyin bütün zamanını sarıp sarmalayarak sürekli onu yağmalar. Böylece burjuva kültürün, insan ve ben merkezci, bencil, çıkarcı, tekçi, ırkçı, milliyetçi, sömürücü faşist gericiliğini bilinçlere işleyerek toplumdaki herkesi sistemli bir duyarsızlaştırma yöntemi ile suskunluğa gömer.”
Yazar bu paragrafta toplumsal farklılıkların insanlar arasında nasıl bir çatışkıya evrildiğini açıklamış. Devletin ve egemenlerin bu çatışkıyı derinleştirerek toplumu kutuplaştırdığına değinmiş. Egemenler hakimiyetleri altında bulunan araçlar ile (medya, eğitim) topluma yön verebilmekte. Bu değinilerin doğru ve isabetli olmasının yanı sıra yazarımız yabancılaşmış insanın bencil, ben merkezci, yağmacı özelliğini yine göz ardı ederek salt devlet eliyle oluşturulmuş bir insan profili çiziyor. Halbuki insanlığın yabancılaşması ile sınıflı toplum düzenine geçilmiş ve bu süreç içerisinde devlet oluşmuştur.
Yazarımız devletin ortadan kalkmasının, ancak halk ayaklanması ile olacağını belirtmiştir ve halka, ayaklanmaya önderlik edecek bir komünist parti ihtiyacından söz etmiştir. Kendiliğinden gelişen ayaklanmalara, isyanlara yön verilmediği taktirde sönümleneceğine isabetli bir şekilde değinmiştir. “Yaşamı değersizleştirerek doğa ve insanlığın payına kan, kıyım ve yokluğu dayatarak, sürekli bir yok etme ve dağıtma halinde olan bu makina bütün yapıları ile parçalanıp ortadan kaldırılmadıkça, insanlık ve doğa rahat yüzü görmeyecektir. Bundandır ki devletin ezerek sömürdüğü, ötekileştirdiği her kesim ile birleşerek ayaklanıp isyan etmek doğru olandır. Bu birlikteliği sağlayarak isyanı başarıya taşıyabilecek tek bir güç vardır. O da her yönü ile nitelikli bir komünist partidir. Komünist patinin önderliğinden yoksun kitleler devleti bütün türevleri ile yok etme gerekliliğini kavrayamaz, birliktelik sağlayamaz, savaşamaz. En fazla kendiliğinden gelişen ayaklanmalar olabilir onların da sistem duvarlarını aşamadığından sönümlenmesi kaçınılmazdır. Bu yönü ile komünist partinin önderliği olmazsa olmazdır.”
Yazarımız ihtiyaç duyulan komünist partinin özelliklerine ve misyonuna da yazısı içerisinde yer vermiş. Burada komünist partinin kendini bilgi ve birikim ile nasıl var edeceğine, kültür devrimleri ile bu bilgi ve birikimleri nasıl bilince çıkaracağına değinmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki bu komünist parti içerisinde yer alan kişiler de yani yazarımızın dediği gibi kitlelere öncülük ve önderlik edecek bu komünist parti üyeleri de var olan sınıflı toplum içerisinden gelmekte ve geldikleri bu yabancılaşmış toplumun tüm gericiliğini bağırlarında taşımaktadırlar. Devrim kitlelerin eseri olacaktır, evet kitlelere yön verecek bir komünist parti ihtiyacı da vardır ancak bu komünist parti gerici sistem kültüründen kopuk değildir. Komünist partiyi ilkelerine bağlı bir şekilde ayakta tutacak asıl güç ise denetim ve disiplin mekanizmasının doğru bir biçimde işlemesidir. Yapılan hatanın temelini neyin oluşturduğu doğru bir analiz ile tespit edilip bundan dersler çıkararak örgütlü mücadele daha ileri taşınmalıdır. Komünist parti ne onu oluşturan kadrolarından ne de örgütlenmelerine öncülük edeceği yaşamsal çelişkilerini ortadan kaldırmak için mücadele eden insanların üstünde değildir. Komünist parti bir araçtır, kitlelere öncülük edecek bir araç, ancak bu öncülüğü yapabilmesi için de kitlelerle içi içe olması gerekmektedir. Komünist parti kendi içinde yeşeren kızıl bürokratik bütün anlayışları bu anlayışlara temel oluşturan tüm düşün yapılarını lağvedebilmelidir. Böylece komünist parti kitleselleşerek, kitlenin kendisi durumuna gelir.
Jinda Perjin