F tipi tecridi de dehşet verici bir ölümcül sürgüne benzer..!

387

Sürgün, bir ağacın kökünün ve yapraklarının
Kendi yaşam alanları olan
Hava ve toprakla bağlantısının kopmasına benzer.
Sürgün, aniden sona eren bir sevgiye benzer.
Sürgün, dehşet verici ölüme benzer…
Ali Asker

Bireysel ve toplumsal özgürlükleri daha üst boyutta baskılamak için kullanılan F tipi tecrit saldırısı özünde bireyi kendi öz değerlerinden soyutlamak, asosyalleştirmek, yalnızlaştırmak, yabancılaştırmak, korkak bir yapıya büründürmek, güvensizlik duygusu geliştirmek, kolay yönlendirilecek hale sokmak, cüretkâr kişiliğinden soyundurmak vb. birden çok psikolojik ve fiziksel travmalarla kendini ifade edemeyen yılgın, yorgun kişilik (kişiliksizlik) sendromlarına sürüklemektir.
Ülkemizin yakın tarihinde gerçekleştirilen F tipi uygulamalara karşı devrimci siyasal öznelerimizin fiili direnişin bir biçimi olan açlık grevi ve ölüm orucuyla edindiği insanlık değerlerin savunusu tutumu, ne yazık ki yeteri derecede o temsiliyeti savunan siyasi özneler tarafından ve ayrıca örgütlü toplumsal çevrelerin gerekli desteğini bulamadığından düzen tarafından tahrif edilerek kanlı bir tabloya dönüştürüldü. Kanla bastırılan bu direniş, sonuçları itibariyle siper yoldaşlığındaki yürekli birçok insanımızın ölümüne ve o enkazın yaralarıyla sakat ve travmatik çıkan bir çoğumuzun ise bitkisel hayatına neden olmuştur.
26 Eylül 1999’da Ulucanlar’da başlayıp Burdur saldırısıyla adım adım 19 Aralık 2000’e giden süreç “devlet otoritesinin tesis edilmesi” adına 19 Aralık günü sabaha karşı 20 cezaevinde eş zamanlı büyük bir saldırı yapıldı. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ‘cezaevlerine devletin şefkatli elini uzattığını’ söylemişti!

Toplamda 20 cezaevinde eş zamanlı uygulanan bu operasyonda 32 can kaybı (30 tutsak+2 asker) ve 600’den fazla tutsağın sakat kaldığı bu operasyonu başarılı bulduğunu söyleyen H. Sami Türk, “Operasyon başarılı yürütülmüştür. Herhangi bir zayiat yoktur” demişti! Operasyon sırasında gaz bombaları ve ağır silahların yanı sıra skorsky helikopterler, iş makineleri kullanıldı.
Benim bulunduğum Ümraniye Cezaevi’nde yürütülen o saldırı anlarında sırtımdan ve ayak topuğumdan aldığım kurşun sıyrığıyla, dördüncü gün yapılan baskınla üç kaburga kırığımla, sağ kolumun sakat kalmasıyla, boyundan beyine giden damarların harap edilmiş halimle, askeri ringe bindirme ve indirmelerde yapılan insanlık dışı işkenceyle yaka paça bir halde posası çıkarılmış diğer siper yoldaşlarım gibi ben de karga tulumba F tipi işkencehanesine atılmıştım.

Biz birkaç yüz tutsağın sadece biri iki koğuşa sıkıştırılarak istif edildiğimiz koğuş tavanlarında kompresörle açılan deliklerden üzerimize yakıcı ince kimyevi sıvılar püskürtüldü. Sıvının vücuda temas ettiği an vücut derisi sızlanmaya, yanmaya başladı. Sonra tazyikli köpüklü su, sonra yine aynı sıvı… Çok yakıcı olmakla birlikte vücut sızlanmasına, kas gerilmesine, nefes almayı zorlaştıran bir duman arasında bulduk kendimizi. Bu bir süre böyle devam etti. Ardından çatılara tüneyen kontra timler koğuş kapılarına, pencerelere ateş etmeye ve aralıksız diğer gaz bombalarını yağdırmaya başladılar… 4 gün boyu bu saldırılardan sarhoşa dönmüş, kontrolümüzü kaybetmiştik. Kara dumanlardan, yangınlardan gece gündüzümüz birbirine karıştı.
Bu anlatılması güç arbedede aramızda bulunan arkadaşlarımızdan, yoldaşlarımızdan bazılarını ya yanarak ya da asker kurşunlarıyla yitirmişken kimilerimiz ise o saldırıdan aldığımız fiziksel ve ruhsal yaralarımızla, hayatımız boyu atlatamayacağımız travmalarımızla baş başa kaldık!
Üzerimize püskürttükleri sinir ve gaz bombalarının etkisini daha çok artırmak için deldikleri koğuş tavanından boru yardımıyla demir kafes içerisinde bir nesne sarkıtıp ondan yaydıkları sis ve gaz bulutuyla gözlerimiz yanıyor, boğazımızda nefesimiz kilitleniyordu. Bazen vücudumun her zerresinin eridiği hissiyatına kapılıyordum. 4 gün boyu susuzluktan dimağımız çatlak haldeyken bir de o kimyasal gazlarla yanan bedenimizle bir yılan gibi kıvranıp duruyorduk. Aramızda boğulma krizleriyle çıldırma noktasına gelenlerimiz kendinden geçip oraya buraya çakılanlardan, ayak altlarına düşenlerimiz, şuurunu tamamıyla yitirmişlerimizin çetelesini kimse tutamaz. Kimyasal gazlarla gözleri karartılmış, tümden beyni sulandırılmış yarı baygın haldeydik.
Kendimizi gazdan savunacak ıslak havlu dışında bir şey yoktu elimizde. Deliklerden sinir gazı ve biber gazı püskürtmelerin sonu yoktu. Sinir gazının yarattığı boğulma hissiyatıyla hepimiz bitik haldeydik. Öleceğini sanırsın ama ölmediğin için o eziyetli işkenceye tekrar maruz kalmaktan dayanamaz ve çılgınlaşmaktan kendini alıkoyamazsın. “İki arada bir derede olmak” pratikte tamı tamına böyle imiş meğersem!

Son gaz saldırısında göz gözü görmeyen kalabalık arasında yine tansiyonumu kaybedip ayak altına düşmüştüm. Elimle ağzıma tuttuğum ıslak bez parçasını da o hengâmede yitirmiştim artık. Üzerime devrilenlerin altında nefes alamazken aynı anda ayakta tutunmaya çalışanların şuursuzca kafama, gözüme, gövdeme savurdukları tekmelerine maruz kalmıştım. Bir ara ayak altında çiğnenmekten kurtulmak için o kararmış gözlerle, nefessiz halimle, el yordamıyla sürüne sürüne bir duvara ulaşmaya çalıştım. Nefes alıp vermekte yaşadığım boğuntudan dolayı hareketime güç katamıyor, bu yüzden ilerleyemiyordum. Bu arada bedenime aldığım tekme darbelerinden kurtulamıyordum.
Bilmem kaç dakika, kaç saniye sürdüyse bir müddet sonra can havliyle yekinip o en büyük gayretkeşliğimi gösterip son anda hedeflediğim o duvara erişebilmiştim nihayet. Ancak soluğum tıkalıydı. Çok denedim nefes almaya ancak başaramıyordum ve gözlerim yuvasından fırlayacak gibiydi. “Demek buraya kadarmış” deyip oturmuş halde yaslandığım duvarda kendimi bıraktım artık. Ancak nasıl olduysa sanırım yine bir gaz püskürmesiyle tekrar üzerime devrilenler oldu. O vakit göğsüm yırtılırcasına öksürük krizine tutuldum ve az az nefes almaya başladım. “Yıkım içinden yeniden dirilmek buymuş” dedim kendi içimde… Tekrar üste üste devrilmek tekrar dirilmek..!

Kafa derim, yüzüm, gözüm, kollarım, sırtım yanık sızısıyla kavruluyordu.
Tıklım tıklım istiflendiğimiz koğuşun kapısı dışarıdan patlatıldığı o anlarda bir de bir yangın çıkarılmıştı. Koğuş kapısıyla tavan aralığından yayılan bir yangındı bu. Şuursuzca yayılan çığlık seslerinin yankısını zaman zaman hâlâ kulağımda duyarım.

Aradan 24 yıl geçti, bugün hâlâ o saldırı sırasında aldığım fiziksel ve ruhsal travmalarıma, birçok ameliyatlara rağmen iyileştiremediğim hasarlı koluma rağmen hayata tutunmaya çabalıyorum. Çünkü “düşmana inat bir gün daha fazla yaşamak ve bunun için de olsa umudu korumak bize elzemdir!” diyorum..!)
Ayrıca faşist iktidar güruhlarının fütursuzca yürüttüğü bu gayriinsani tecrit uygulamalarına karşı durmak sosyalist olmaktan da öte en temel insani görev ve sorumluluğumuzun gereğidir. Onların bu insanlık dışı linç kampanyaları, bizlerin insana ve insanlık değerlerine dair olan içsel kalelerimizi fethetmeye yetemeyecektir.
Yenilgiler yaşıyor olsak da bireysel ve toplumsal yaşamdaki hak ve özgürlüklerimizi korumak, yaşatmak ve ileriye taşımak, insan duruşumuzu kaybetmemek bizler için esas olandır. Bireysel ve toplumsal hakların bütünlüğünün korunması adına, özgürlük ve temel insanlık değerleri adına, alternatif özgürlük alanları yaratarak ortak alanlarda, ortak paydada buluşabilmeliyiz.
Tüm devrimci öznelere dayatılan ve insanlık onurunu hepten küçülten tecride karşı durmak, insanlık onurumuza sahip çıkmaktır…

O yüzden özelde tüm devrimci tutsaklara, genelde insanlık değerlerine fütursuzca dayatılan bu tecrit saldırganlığına karşı “SUSMA, SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK…” sloganı hepimiz için geçerlidir.
İNSANLIK ONURU İŞKENCEYİ YENECEK..!

Yaşar YAĞAN

Önceki İçerikYenilginin Gölgesinde Devrimci Olanaklar